Sitenin sağında bir giydirme reklam
NEMS

Kocakarı İle Padişah Efsanesi

GÜNCEL 21.05.2017 - 20:05, Güncelleme: 01.08.2022 - 12:48
 

Kocakarı İle Padişah Efsanesi

Efsanelere, menkıbelere gerçekmiş gibi inananlardan değilim. Gerçek olup olmadıklarına karışmam, bunların birer halk edebiyatı ürünü olduğunu kabul edip simgesel boyutlarıyla yetinirim.
Efsanelere, menkıbelere gerçekmiş gibi inananlardan değilim. Gerçek olup olmadıklarına karışmam, bunların birer halk edebiyatı ürünü olduğunu kabul edip simgesel boyutlarıyla yetinirim.   Yeter de artar bana. Sakın ha gerçekmiş gibi, arşiv kaynaklarında okumuşçasına nakletmeyin. Çoğu zaman, anlattığım bazı şeylerin mecaz olduğunu vurgulamaya ihtiyaç hissediyorum. Çünkü bir kere benden gittiyse doğruymuşçasına, ismimi referans göstererek naklediyorlar.   Şimdi sizinle bir efsane paylaşmak istiyorum, fetih döneminden. Çocukluğumda, büyüklerimden öğrendiğim bir efsane. Osmanlı tarafından fethedilmeden önce Bosna Krallığı varmış. Her krallıkta olduğu gibi başında bir kral, bir de kraliçe varmış. Bunların sarayı “Yaytse” (Jajce yazılır) diye bir yerde, tam Pliva nehrinin şelalesine yakın bir bölgede, bir kaledeymiş. Osmanlı askerleri bu toprakların birer birer kasabasını, şehrini fethederek Kral’ın sarayını çevreleyen kaleye kadar gelmiş. Kale sapasağlam, fakat insanın yaptığı her şey gibi, onun da bir zayıf noktası varmış. Fetih askerleri tam kaleye nereden gireceklerini, Kral Styepan Tomaşeviç’i (Stjepan Tomašević yazilir) nasıl vuracaklarını düşünürken, kalenin içinden yaşlı bir kadın gelmiş. Bu kadın, sarayın etrafında dolanan, saraya yakın bir yerde küçücük bir evde oturan, saraydan aldığı sadakayla geçinen biriymiş.   Peki çocuk çoluk var mıydı? Hayır, bekâr kalmış. Eh, zavallı, nasibi çıkmamış demeyin. Gençliğinde komşu çobanın biri talip olmuş, beğenmemiş, fakir çoban diye. Bir gardiyan da talip olmuş, onu da beğenmemiş, ya başgardiyan ya komutan olacak diye kafasına koymuş. İşte o şekilde yaşlılığına yalnız gelmiş. Peki, madem kale koruma altında, nasıl çıkmış? Kralın askerlerine kuzularının koyunlarının bir yere kaçtığını, onları kurtlara kaptırmamak için kalenin içinden çıkmasını gerektiğini anlatmış, yalvarmış, yakarmış, sonunda kadını sur dışına bırakmışlar. Kocakarı Osmanlı askerlerinin yanına yaklaşınca, onlara kalenin zayıf noktalarını, Kral’ın korumalarının zaaflarını, her şeyi bir bir anlatmış. (Çocukluğumda pek düşünmedim, fakat halk hikâyelerinde, eski edebiyatta bile en kötü kahramanlar yaşlı kadınlar, acuzelerdi. İşte bu, yaşım ilerledikçe hiç lehime olmuyor; gammazlar, fitnekarlar, hep kocakarılar oluyor, kötü ruhlu kocakarı olmadan genç ölmek daha güzel; hele de ölmeden önce genç ölmek…)   İşte bu kadın bunları anlattıktan sonra, askerler Padişah’ın çadırına girmiş anlatmışlar; Padişah da kadının kim olduğunu soruşturmuş. O sırada kocakarı hangi ödülü alacağını hayal etmeye başlamış, zihninde kendine göre Kral’ın sarayına benzer bir köşk, hizmetçiler, hatta genç ve yakışıklı bir çobanla evleneceğini tasvir etmeye başlamış. Kafasında yırtık pırtık giysilerini çıkarken, hayalinde gördüğü ipek elbiselerinin hangisini giyeceğini düşünürken, Sultan Fatih hiç ummadığı bir emir vermiş: Acuzenin kafası uçurulacakmış. Askerler de “Padişahım olur mu, hadi biz hemen kaleye girelim, Kral’ı devirelim” diyecek olmuşlar, fakat Padişah’a itiraz etmek, akıl vermek kimin haddine! Onlar da kadının ödülleneceğini sanmış, fakat Padişah çoktan kararını vermiş. Padişahın hışmından korkarak bu kararın nedenini de sormamışlar, ağızları açık öylece durmuşlar. Sultan Fatih de yüz ifadelerini görmüş; “Tebaası olduğu, babasının da dedesinin de kralına böyle ihanet etmiş, ömründe sarayın kalıntılarıyla beslenmiş, Kral’ın da Kraliçe’nin de hep yardımlarını görmüşken buraya gelerek bu kadar kolay ihanet etmiş, biz yeni hükümdarına nasıl sadakat gösterecek düşünmediniz mi?” diye açıklamış.   Bu olay askerlere de ahaliye de ibret olmuş; sadakat, özsaygı, şeref, minnettarlık nedir diye ders vermiş. İhanet nedir diye de.   O tarihten bu yana akıllı idareciler, hükümdarlar, yöneticiler bunun gibilere itibar göstermiyorlar. Dürüst olanlar kafalarını uçuruyorlar. Şerefle pek senli benli olmayanlar pazarlık düşünüp de ilk başta onlara bazı avantajları tanıyorlarmış, kullanım süresi olduğu kadar kullanıyorlar, sonunda tarih çöplüğüne atıyorlar.   Padişah şerefli bir şekilde bu kaleyi fethedebilirdi. İmkânları, stratejisi, askerleri, her şeyi vardı. Kendine fırsat kollayan bir kocakarının gönüllü istihbarat hizmetine de ihtiyacı olmazdı, kesin. Padişahın ilkeleri, padişahın namusu vardı. Savaş meydanındaki düşmana karşı bir saygısı da. O yüzden torunlarının torunları bile koskoca bir devleti yönetiyorlardı. Fırsatçı, yalaka kocakarılara itibar gösterinceye kadar. Amina Siljak Jesenkovic / Gerçek Hayat  
Efsanelere, menkıbelere gerçekmiş gibi inananlardan değilim. Gerçek olup olmadıklarına karışmam, bunların birer halk edebiyatı ürünü olduğunu kabul edip simgesel boyutlarıyla yetinirim.

Efsanelere, menkıbelere gerçekmiş gibi inananlardan değilim. Gerçek olup olmadıklarına karışmam, bunların birer halk edebiyatı ürünü olduğunu kabul edip simgesel boyutlarıyla yetinirim.

 

Yeter de artar bana. Sakın ha gerçekmiş gibi, arşiv kaynaklarında okumuşçasına nakletmeyin. Çoğu zaman, anlattığım bazı şeylerin mecaz olduğunu vurgulamaya ihtiyaç hissediyorum. Çünkü bir kere benden gittiyse doğruymuşçasına, ismimi referans göstererek naklediyorlar.

 

Şimdi sizinle bir efsane paylaşmak istiyorum, fetih döneminden. Çocukluğumda, büyüklerimden öğrendiğim bir efsane. Osmanlı tarafından fethedilmeden önce Bosna Krallığı varmış. Her krallıkta olduğu gibi başında bir kral, bir de kraliçe varmış. Bunların sarayı “Yaytse” (Jajce yazılır) diye bir yerde, tam Pliva nehrinin şelalesine yakın bir bölgede, bir kaledeymiş. Osmanlı askerleri bu toprakların birer birer kasabasını, şehrini fethederek Kral’ın sarayını çevreleyen kaleye kadar gelmiş. Kale sapasağlam, fakat insanın yaptığı her şey gibi, onun da bir zayıf noktası varmış. Fetih askerleri tam kaleye nereden gireceklerini, Kral Styepan Tomaşeviç’i (Stjepan Tomašević yazilir) nasıl vuracaklarını düşünürken, kalenin içinden yaşlı bir kadın gelmiş. Bu kadın, sarayın etrafında dolanan, saraya yakın bir yerde küçücük bir evde oturan, saraydan aldığı sadakayla geçinen biriymiş.

 

Peki çocuk çoluk var mıydı? Hayır, bekâr kalmış. Eh, zavallı, nasibi çıkmamış demeyin. Gençliğinde komşu çobanın biri talip olmuş, beğenmemiş, fakir çoban diye. Bir gardiyan da talip olmuş, onu da beğenmemiş, ya başgardiyan ya komutan olacak diye kafasına koymuş. İşte o şekilde yaşlılığına yalnız gelmiş. Peki, madem kale koruma altında, nasıl çıkmış? Kralın askerlerine kuzularının koyunlarının bir yere kaçtığını, onları kurtlara kaptırmamak için kalenin içinden çıkmasını gerektiğini anlatmış, yalvarmış, yakarmış, sonunda kadını sur dışına bırakmışlar. Kocakarı Osmanlı askerlerinin yanına yaklaşınca, onlara kalenin zayıf noktalarını, Kral’ın korumalarının zaaflarını, her şeyi bir bir anlatmış. (Çocukluğumda pek düşünmedim, fakat halk hikâyelerinde, eski edebiyatta bile en kötü kahramanlar yaşlı kadınlar, acuzelerdi. İşte bu, yaşım ilerledikçe hiç lehime olmuyor; gammazlar, fitnekarlar, hep kocakarılar oluyor, kötü ruhlu kocakarı olmadan genç ölmek daha güzel; hele de ölmeden önce genç ölmek…)

 

İşte bu kadın bunları anlattıktan sonra, askerler Padişah’ın çadırına girmiş anlatmışlar; Padişah da kadının kim olduğunu soruşturmuş. O sırada kocakarı hangi ödülü alacağını hayal etmeye başlamış, zihninde kendine göre Kral’ın sarayına benzer bir köşk, hizmetçiler, hatta genç ve yakışıklı bir çobanla evleneceğini tasvir etmeye başlamış. Kafasında yırtık pırtık giysilerini çıkarken, hayalinde gördüğü ipek elbiselerinin hangisini giyeceğini düşünürken, Sultan Fatih hiç ummadığı bir emir vermiş: Acuzenin kafası uçurulacakmış. Askerler de “Padişahım olur mu, hadi biz hemen kaleye girelim, Kral’ı devirelim” diyecek olmuşlar, fakat Padişah’a itiraz etmek, akıl vermek kimin haddine! Onlar da kadının ödülleneceğini sanmış, fakat Padişah çoktan kararını vermiş. Padişahın hışmından korkarak bu kararın nedenini de sormamışlar, ağızları açık öylece durmuşlar. Sultan Fatih de yüz ifadelerini görmüş; “Tebaası olduğu, babasının da dedesinin de kralına böyle ihanet etmiş, ömründe sarayın kalıntılarıyla beslenmiş, Kral’ın da Kraliçe’nin de hep yardımlarını görmüşken buraya gelerek bu kadar kolay ihanet etmiş, biz yeni hükümdarına nasıl sadakat gösterecek düşünmediniz mi?” diye açıklamış.

 

Bu olay askerlere de ahaliye de ibret olmuş; sadakat, özsaygı, şeref, minnettarlık nedir diye ders vermiş. İhanet nedir diye de.

 

O tarihten bu yana akıllı idareciler, hükümdarlar, yöneticiler bunun gibilere itibar göstermiyorlar. Dürüst olanlar kafalarını uçuruyorlar. Şerefle pek senli benli olmayanlar pazarlık düşünüp de ilk başta onlara bazı avantajları tanıyorlarmış, kullanım süresi olduğu kadar kullanıyorlar, sonunda tarih çöplüğüne atıyorlar.

 

Padişah şerefli bir şekilde bu kaleyi fethedebilirdi. İmkânları, stratejisi, askerleri, her şeyi vardı. Kendine fırsat kollayan bir kocakarının gönüllü istihbarat hizmetine de ihtiyacı olmazdı, kesin. Padişahın ilkeleri, padişahın namusu vardı. Savaş meydanındaki düşmana karşı bir saygısı da. O yüzden torunlarının torunları bile koskoca bir devleti yönetiyorlardı. Fırsatçı, yalaka kocakarılara itibar gösterinceye kadar.

Amina Siljak Jesenkovic / Gerçek Hayat

 

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve lalehaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.